Can Candan*
“Boş laflarınızla hayallerimi ve çocukluğumu çaldınız. Ve ben yine de şanslı olanlardan biriyim. İnsanlar acı çekiyor. İnsanlar ölüyor. Ekosistemler tümüyle çöküyor. Toplu bir yok oluşun başındayız ve siz sadece para ve sonsuz ekonomik büyümeden bahsedebiliyorsunuz. Bu ne cüret!”
16 yaşındaki İsveçli iklim aktivisti Greta Thunberg, 23 Eylül 2019,
Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi, New York, ABD
İklim Zirvesi’nde yaptığı bu konuşmadan sonra Greta ile birlikte on beş çocuk, iklim kriziyle ilgili yeterli adımları atmadıkları gerekçesiyle Türkiye dahil beş ülkeyi Birleşmiş Milletler’e şikayet etti. Türkiye’den binlerce kilometre uzakta gerçekleşen bu resmî şikayetin nasıl sonuçları olacağını zaman gösterecek ama önce adına “iklim krizi” sonra da “iklim acil durumu” denen gerçeğin karşısında başını gençlerin çektiği bir isyanın, bir “Yokoluş İsyanı”nın artık dünyanın tüm coğrafyalarına yayılmaya başladığını, her geçen gün bu isyan hareketinin güçlendiğini ve adına Antroposen ya da İnsan Çağı denilen bu çağda dünya genelinde tarihî bir dönüşümün lokomotifi haline gelebileceğini gözlemlemek mümkün. Greta’nın da tekrar tekrar vurguladığı gibi “beğenseniz de beğenmeseniz de değişim geliyor.”
Değişim belki geliyor ama bir yandan da bir türlü aciliyetinin farkına varamadığımız bir acil durum içindeyiz ve neredeyse sonsuz bir iştahla tüketmeye, dağları oymaya, ormanları tıraşlamaya, ağaçları kesmeye, dünyayı kirletmeye ve karbon salmaya devam etmekteyiz. Bunun sonucunda ekolojik dengeler bozulurken, iklim gözümüzün önünde değişirken, bir ekolojik krizden öbürüne koşuşturduğumuz; çoğunu kaybettiğimiz, azını kazandığımız çevre mücadelelerini (Bergama-Ovacık, Efemçukuru, Kazdağları, Murat Dağı, Kışladağ; Yatağan, Yeniköy, Kemerköy; Çoruh, Munzur, Karadeniz vadileri, Alakır, Akkuyu, Sinop ve nicelerini…) biriktirdiğimiz bir dönem ve coğrafyada, buradan üretilen ve bu konuları ele alan görsel çalışmalar ekolojik yıkım ve çöküşe dair neler söylüyor bize?
“Acil Durum” çağrımıza gelen fotoğraf ve video çalışmaları doğaları gereği içinde yaşadığımız ve devam etmekte olan tarihsel süreç içinden yakın geçmişteki bir “an”ı kolektif olarak gözümüzün önüne seriyorlar. Bu “an”da görüntünün “güzelliğine” rağmen bu coğrafyada yaşadığımız ekolojik tahribatlar silsilesine bu çalışmalarla beraber Diyarbakır, Hasankeyf ve Aydın da ekleniyor… Zihinlerimizde oluşturduğumuz korkunç hayallerin, belki de hayal edip de “yok artık” dediğimiz heyulaların gözümüzün önünde inşa edildiği bir dönemin içinden geçiyoruz… Acil Durum sergisindeki işler, bir yandan miras aldığımız korkunçluğun bugünkü izlerini kaydederken bir yandan da gerçekleşen kabuslarımızın kayıtları oluyorlar. Ekolojik tahribata dair bellek oluşturma ve aynı zamanda bellek tazeleme…
Esra Varhan, Diyarbakır’da Ekolojik Tahribat çalışmasıyla binlerce yıldır yolundaki kadim yerleşimlerden Diyarbakır’ı ve Hasankeyf’i besleyen; Diyarbakır Surları’ndan güneye doğru baktığınızda gördüğünüz o sihirli Hevsel Bahçeleri’ne can veren Dicle Nehri’nin tahribatını, doğaya, doğala, kadim olana müdahaleyi gözler önüne seriyor. Doğayı sonsuz sömürebileceği ve sonsuz kirletebileceği bir alan olarak görmek! Bu ne cüret!
Gökhan Özdemir’in videosu, Hasankeyf için bir nevi kurtarma kazısı sanki…. Hunharca müdahale edilen Hasankeyf’in “sonunun başlangıcı”nın kaydı. Eski halini bilenler için kalbe saplanan bir bıçak, karına giren bir ağrı gibi şimdiki halini görmek… 7000 yıllık bir kültür mirası olan Hasankeyf, ömrü 60 ile 100 yıl arası olacak bir baraja nasıl kurban edilebilir? Bu ne cüret!
Evliya Çelebi’nin, Aydın’a dair söylediği “dağından yağ, ovasından bal akan memleket”ten bu yana sadece 400 yıl geçmiş… Murat Yüksel’in Aydın’da Bir Heyula: Jeotermal başlıklı fotoğraf ve video işlerinde artık o memleketin yerinde yeller esiyor ve o yeller artık temiz hava değil, jeotermal enerji santrallerinin saldığı karbondioksit, metan, bor, arsenik, hidrojen sülfür içeren bir zehir karışımı saçıyor her yere… Çevre kirliliğinin bedelini kalp ve solunum hastalıkları ve kanser sonucu erken ölümlerle öderken, yerel halk sahte vaatlerle kandırılmalarını “bizi aldattılar” şeklinde ifade ediyor.
Esra Varhan, Diyarbakır'da Ekolojik Tahribat
UMUT VAR MI?
Çevreciliği, katlettikleri kadim ormanların yerine ağaç fidanı dikmek, yok ettikleri yeşil alanlara millet bahçeleri inşa etmek, yarattıkları beton ve asfalt ormanlara suni yeşil dokunuşlar serpiştirmek olarak görenlerin pervasızlığı ise içi boş ve ”göz boyama”ya yönelik bir “Gösteri”den ibaret... Arek Qadrra bu gösteriye ilişkin İstanbul’dan izlenimler paylaşıyor.
Bu absürt ve tekinsiz gösteri devam ederken, hayatın başlangıcına işaret eden bir ultrason görüntüsü, çöp yığınının içinde, belki de içinde bulunduğumuz çöküşü en iyi sembolize eden imgelerden biri haline geliyor… “Türümüzün kendi yarattığı sağlıksız dünyada kayboluşu kağıtları ve çöpleri ayrıştırma sürecinde de devam ediyor.” diyor Raziye Köksal Kartal, “Değerli Kağıtlar” adını verdiği çalışmasının metninde. Biz kendimizi çöpe atmışız ve yarattığımız çöp denizi içinde yüzüyoruz… Denize girme şansı olanlardan hangimiz suyun altına baktığımızda artık küçük plastik parçalarının arasında yüzdüğümüzü görmüyoruz? Hangimiz kumsalda taş ve kabuk ararken o rengarenk plastik parçalarını fark etmiyoruz? Ya da bu seneki İstanbul Bienali’nin başlığına ve içeriğine taşınan yedinci kıtayı, Büyük Okyanus’ta yüzmekte olan heyulayı, devasa plastik adasını hangimiz duymadık? Daha öğrenecek çok şeyimiz var. Kalan doğayı korumayı, tüketimimizi azaltmayı ve doğru dürüst geri dönüşüm yapmayı bile bilmiyoruz. Onlarca sene öncesinde bilinen kaliteli kağıtları diğer çöplerle karıştırmamayı öğrenememişiz, beceremiyoruz. Öte yandan sağlıksız koşullarda çöpümüz ile haşır neşir olmak zorunda bırakılan insanların trajedisi… 2019 yılında şehirlerimizde belediyeler sistematik, teknolojik ve sağlıklı bir şekilde atık toplama ve geri dönüşüm işini organize edememekteler ve geri dönüştürülebilecek veya gübre olabilecek atıkların birbirine karıştığı çöp yığınları gittikçe artmakta… Sağlıksız dünyada kayboluşumuza pek çok örnek var: Halk sağlığı uzmanı Onur Hamzaoğlu’nun Dilovası’nda yaptığı araştırma ile ortaya koyduğu, daha dünyaya bile gelmeden bedenlerinde ağır metaller biriktiren bebekler; gıda mühendisi Bülent Şık’ın “Türkiye'yi kanser eden ürünler” olarak açıkladığı gıdalar ve sudaki kanserojen maddeler sonucu kanser olan ve olacak olan bedenler… Etkimiz çok büyük ve sonuçları da vahim…
Berka Beste Kopuz’un “Tesir” adını verdiği serisi, belki de gelecekteki “insan-sonrası” bir dünyadan gelen siyah beyaz insansız fotoğrafların sunduğu durağan anlarla, hayatımız üzerine düşünmeye, katmanlı bir bellek sorgulamasına davet ediyor bizi. 1980’lerde kurşunlu benzinle çalışan araçların egzoz dumanı ile ısınma ve sanayi için yakılan kalitesiz kömürlerin yarattığı şehirlerdeki hava kirliliğinden sıyrılamadığımız günleri hatırlatıyor. Aynı zamanda da Çernobil’den gelip, üzerimizde dolaşan radyoaktif bulutların getirdiği, soluduğumuz, yediğimiz, derimize değen ama görünmeyen radyasyonu; hayalleri ve hayatı çalınan ve gencecik yaşlarında kanserden ölen nice Kazım Koyuncuları, Neslican Tayları…
Betül Kübranur Karaca, Bu Döküntü Işıntılar Ay'a da Ait Değil
Belki eskiden distopya gelecek gibi kurgulanırken artık içinde yaşadığımız ve gerçekleşen bir kabus, heyula… Artık kirliliğe karşı basit maskeler işe yaramıyor… Bireysel çözümler büyük resimdeki sistemsel bozuklukları saklayamıyor… Halimiz uçurumun kenarına yakın olma hali, hatta uçuruma doğru koşan bir sürü gibi olma hali… Ve yanımızda sürüklediğimiz, sürüklerken nesillerini tükettiğimiz binlerce canlı türü… Bizim distopyamızda yaşamak zorunda kalan evcil ve endüstriyel hayvanlar… “Bu Döküntü Işıntılar Ay’a da Ait Değil”deki distopik ya da absürt çarpışmalarda, betonun üzerine serilmiş geleneksek tarım faaliyetinde, rafineri bacalarının önünde rüzgarı tutmuş küçük bir yelkenlide bir umut görmek de mümkün mü? Tamamen yok olmamış bir doğaya/doğala mı işaret ediyorlar? Çürümeye terk edilmiş eski bir otomobil, belki de bir yandan tüm otomobillerin terk edilebileceğine dair bir şey söylüyor olabilir… Ya da eskicideki bir gaz maskesi artık ona ihtiyaç duyulmayan bir geleceği düşündürebilir… Kalanlarla yeni bir gelecek kurabilme olasılığına dair bir umut mu var bu görsellerde? Kalanları aramak diye de okuyabiliriz Betül Kübranur Karaca’nın fotoğraflarını; bir nevi bir kalan parçaları kurtarma operasyonu ya da bir görsel arkeolojik kurtarma kazısı…
Aradığımız umut bilinçlenen insanın direnişinde mi? Maden şirketlerine, jeotermal enerji şirketlerine, HES şirketlerine, nükleer santral projelerine, genel olarak çeşit türlü ekolojik tahribatlara karşı toplumsal direniş, başkaldırış… Bu mücadeleler birbirine eklemlenebilir, daha büyük bir değişim/dönüşüm dalgasına evrilebilir mi? Ekolojik tahribat süreçlerini gözlemlemek, belgelemek ve anlatmak, failleri tanımlamak ve ifşa etmek ve bu görünürlük sayesinde insanları sorumluluk almaya teşvik etmek mümkün mü? “Yaşam hakkını savunmada” örgütlü hareket etme ihtiyacı çok belirgin…
“Acil Durum”da resmedilen ve anlatılan çöküş ekolojik olduğu kadar da varoluşsal ve ahlaki bir çöküş. Doğa ve doğal olan ile kurduğumuz ilişkinin hastalıklı olmasına dair. Büyümeden ve paradan bahsetmesek de, sistemin bir parçası olarak umursamazlığımız ya da hareketsizliğimizle, tüketmeye ve karbon salmaya devam etmek nasıl bir cürettir?
KAYNAKÇA
• “Greta ve arkadaşları, Türkiye dahil beş ülkeyi BM'ye şikayet etti”, Gazete Duvar, 23.09.2019, http://bit.ly/2oSxeHN
• "Hasankeyf'te 60 Yıl Ömürlü Baraj, 7000 Yıllık Tarihe Tercih Ediliyor", TMMOB, 03.10.2006, http://bit.ly/2np8XJ1
• Hilmi Mıynat, “JES’ler ölüm saçıyor, iktidar gizliyor”, Evrensel, 21.02.2019, http://bit.ly/2oaZrch
• Ümit Şahin, “HES'lere Karşı Mücadele”, Yeşil Gazete, 24.04.2010, http://bit.ly/2myy6AD
• Doğu Eroğlu, “Gerze’de nihai zafer termik santrala direnenlerin oldu!”, Birgün, 04.03.2015, http://bit.ly/2npaDCj
• “Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu araştırma raporunu açıkladı”, Türk Tabipler Birligi, 08.06.2011, http://bit.ly/2nl2xun
• Bülent Şık, “Türkiye'yi kanser eden ürünleri devlet gizledi, biz açıklıyoruz! İşte zehir listesi”, Cumhuriyet, 15.04.2019, http://bit.ly/2o2Wafo
*Can Candan, belgesel sinemacı ve Boğaziçi Üniversitesi’nde akademisyen. 2012-2018 arasında BAK projelerinde danışman ve eğitmen olarak yer aldı. Belgesel sinema çalışmaları alanında araştırmaya, yazmaya ve bağımsız belgesel filmler üretmeye devam ediyor.
ACİL DURUM