Göçebe Ağaçlar Köklerini Nereye Uzatır?

Abbas Bozkurt*

Göçüp gitmek, hem coğrafi hem de görünmez sınırları aşmak üzerine en çok düşünen şairlerden biri olan Kavafis’in şu dizelerini pek çoğumuz işitmişizdir:

“Başka bir diyara gideceğim,” dedin/ “başka bir denize. / Bulunur elbette bundan iyi bir şehir / Her çabam başarısızlığa mahkûm / ve kalbim bir ölü gibi gömülü yatıyor. / Aklım daha ne kadar bu maraza katlanacak? / Nereye çevirsem gözlerimi, nereye baksam / bunca yıldır yaşadığım, ziyan edip mahvettiğim / hayatımın kara yıkıntılarını görüyorum.” / Yeni diyarlar bulamayacaksın, bulamayacaksın / başka denizler / Peşin sıra gelecek hep şehir (...)1

Gitmenin ya da kalmanın coğrafyaya hem bağımlı hem de ondan azade olduğu, kendi zihnimizi, geçmişimizi denizaşırı taşıdığımız bir durumdan bahsediyor Kavafis. İnsan kitlelerinin her zaman karşılaştığı o ikircikli hali kendi söz dizgesine vuruyor. Kadim zamanlardan bu yana insanların yeryüzüyle ilişkisini belirleyen bir seçim: hareket etmek mi, yollara düşmek mi yoksa yerinde durmak mı… Kavafis’in dizelerinde yankılanan, çağlar boyu farklı şekiller alan sorular: Gidilebilir mi hakikaten, nereye doğru? Sınırı aşınca gittiğin yerde ne bulacaksın? Yabancı diyarlar seni geçmişine daha da çok çekmeyecek mi? Gidersem ben değişir miyim? Gitmeyi hayal eden bu ben kim? Ne için gidilir? Ne için dönülür?

Kavafis’in “peşin sıra gelecek” dediği şehir, her yere yanımızda taşıdığımız zihnin kolektif bellekten muaf olmadığına, bizzat o belleğin içinde şekillendiğine de işaret ediyor. O şehir peşin sıra gelir, o şehir senin arzularının hamurudur, benliğinin kurucusudur, gölgeni ilk kez sırtladığın yerdir. Bir yurttur belki bu şehir ama öyle hamasi anlatılarda bahsedilen kutsal yurtlardan değil; içsel haritanın şekillendiği bir duygu coğrafyası belki. O coğrafyadan zorla koparıldığında, kökleriyle iletişimi kopan bir ağaç gibi kurur göç eden. Duyguların kurucusu olan o simgesel şehirden göçüp gitmek, ancak bir ihtimal olarak asılı kaldığında, gitmeyi düşleyen gidip geri gelebileceğini bildiğinde, seçimi kendisi yapabildiğinde umut kaynağı olabilir.

YATAY UZANAN KÖKLER

Bir yerde durmak, orada kök salmak, ille de mevcut olanı muhafaza etmek anlamı mı taşır? Yerinde durmak, bir nevi tutuculuk, statükoculuk, korkaklık mı olmak zorundadır hep? Kökler hep gelenekçilikle mi eş tutulmalıdır? Yan yana duran ağaçların yıllarca hemhal oldukları toprağın bilgisine giderek daha çok sahip oldukları bir model düşlenemez mi? Toprağın altında yeryüzüyle, kayalarla bağ kurmamızı sağlayan, yıllar içinde sebat ile can verilmiş ince hatlardan oluşan bir yurt hayal etsek… Kök salıp “durmak”ta beis görmeli miyiz yine de? Hareket halinde olmanın, esnekliğin, uyum göstermenin bunca övüldüğü bir çağda, olduğun yere kök salmayı salık vermek eski kafalılık mıdır? Yoksa düzene, konfora boyun eğmek midir? Varolanı dönüşüme uğratmak için gerekli olan o akışkanlık, sabitlenemezlik muhakkak hareket halinde olmayı mı gerektirir?

“Göçebe Düşünce”den bahsediyorsak elbette Deleuze ve Guattari’yi anmalıyız. Günümüz düşünce dünyasını derinden etkileyen iki teorisyenin göçebe ve yerleşik varoluş biçimleri arasında çizdiği ayrım bir yer değiştirme eylemiyle ilişkili değil. Onlar coğrafi bir hareketlilikten bahsetmiyor. Göçebelik bir varoluş biçimi olarak, özneyi “kapmak” için devlet aygıtlarınca uygulanan kodlarda çatlaklar açarak kaçış çizgileri bulmaya tekabül ediyor. Göçebenin bir yurdu var, onun yurdu, bizzat yersizyurtsuzlaşarak kazandığı bir alan.2 Göç etmek ve bir mekanı sahiplenerek onu kendinin kılmak arasındaki diyalektik gerilimi en iyi anlatan kavramlardan biri Deleuze ve Guattari’nin göçebesi.

Deleuze ve Guattari, varolanı dönüşüme uğratmak için sürekli hareket halinde olmayı değil, kaygan mekanları sahiplenmeyi salık veriyor. Hiyerarşik kodların katılaşmış yapısına karşı yatay olarak genişleyen, kaygan bir kimlikle kendini sürekli yeniden inşa edebilen göçebe özne bu düşünce modelinin can alıcı noktalarından. Her zaman yerleşik yapılardaki çatlaklara sızabilen, bu anlamda akışkan olabilen özneler...

SİBER ALEME GÖÇ?

Günümüzde, özellikle etrafımızı saran teknoloji reklamlarının dolaşıma soktuğu dile bakarsak, hepimiz Deleuze ve Guattari’nin bahsettiğinden farklı bir anlamda akışkanlaştık. Teknokapitalizm çağında, herkes hafifleyerek birer dijital göçebeye dönüşmek üzere! Küresel piyasalardaki para akışının hızına yetişmek isteyenler jet hızıyla hareket edebilmeli, her türlü alet edevatı yanında taşıyabilmeli, zihni hiçbir mekana bağlı olmadan yaşayabilmeli, her iklime ve kültüre ayak uydurabilmeli. Dilediğimiz yerde çalışmamıza fırsat veren akıllı aletlerimiz bizi yerleşik olmaktan kurtarıp her şeye uyum sağlayabilen bir göçebe yapmak için yeterli mi peki? Bir yere kök salmaktan bu kadar korkmak niye? Kimliğin bunca aşındırılabilir olması, sürekli yeni ihtiyaçlarla donatılmamız kimin işine geliyor? Bedenimizin uzantısı haline gelmeye başlayan teknolojik aletlerle siber ağlara giriş yaptığımızda, bedeni başka bir boyuta geçmiş siber bir “dünya vatandaşı” mıyız artık? Yoksa alışkanlıkları kolayca güdümlenebilen ve yenilenebilen yeni nesil bir tüketici mi? Hareket ederken, yer değiştirirken, akışkan olmayı teşvik ederken bu sorgulamaları da sürekli zihnimizde döndürmemiz gerekli artık.

Italo Calvino, Görünmez Kentler’de şöyle diyordu: “Bir kentte hayran kaldığın şey onun yedi ya da yetmiş yedi harikası değil, senin ona sorduğun bir soruya verdiği yanıttır.”3

Calvino’nun önermesine yeni bir boyut katabiliriz: Peki bizim kente sorduğumuz soruları güdümleyen ne? Bacakların hareketiyle, bedenin devinimiyle, kendi arzumuzla, kendi güdülerimizle mi düştük/düşüyoruz yollara? Geçmişte, şimdi ve gelecekte kente yöneltilen sorular hep güdümlü mü olmak zorunda?

HAREKETİ FOTOĞRAFLAMAK

Günümüzde kitlesel insan hareketleri denince akla ilk gelen imge savaş bölgelerinden kaçan göçmenlerin trajedisi oluyor. Devasa mülteci kampları, boşluğun ortasında sıra sıra çadırlar… Okyanusun ortasında küçücük bir botta başka ülkelere gitmeye çalışan, ölüme doğru yol alan insanlar... Kavafis’in anlattığı durum onlar için hem geçerli hem de değil. Arkalarından gelmesi gereken şehir bazen çoktan yok olmuş durumda. Hareket etmezlerse, kök saldıkları, duygusal ağlar ördükleri toprakların onlarla beraber ateş alacağını biliyorlar. Hareket ettiklerinde, sınırları aşıp başka ülkelere göç ettiklerinde de duygusal haritalarının hiçbir zaman eskisi gibi olmayacağının bilincinde çoğu.

Kitlesel hareketleri tasvir eden fotoğraflarıyla bilinen Sebastião Salgado’nun 1995’te Ruanda’daki bir mülteci kampında çektiği fotoğrafı görüyorum. Bir dolu çadır, bir dağın yamacında konuşlanmış. Bir tür Araf burası. Yalnızca gökyüzü, dağ ve çadırlar var. Tek bir insanın bile gözükmediği fotoğrafta hem muazzam bir durağanlık, hem de karşı konulamaz bir hareket ihtimali seziliyor. Yeryüzüyle savaşa girecek bir topluluk istirahate çekilmiş bekliyor sanki çadırlarda. Salgado’nun kusursuz keskinliğe sahip siyah-beyaz fotoğrafları, yola çıkmak zorunda kalanları, devasa madenlerde aynı anda bedenlerini hareket ettirenleri, göç yoluna düşmüş hayvanları yeryüzünün ayrılmaz bir parçası olarak tasvir ediyor hep. 

ÇERÇEVENİN GENİŞLİĞİ

Fotoğraf, iki boyutlu bir yüzeyde, hareket ihtimalini en kuvvetli temsil eden mecraların başında geliyor belki de. Kompozisyonun gücü, bazen hiçbir emaresi olmayan bir hareketi bile düşlememize imkân veriyor. Video mecrasında yeni ortaya çıkan teknolojiler ise, fotoğrafın bu ima eden, muğlak bırakan tavrının tam aksi bir istikamette gidiyor son zamanlarda. Sanal gerçeklik teknolojilerinin gelişmesiyle ortaya çıkan yeni çekim teknikleri video sanatıyla, foto-röportajla ve belgeselin farklı türleriyle uğraşan pek çok kişiyi heyecanlandırdı. Fotoğrafın bir hikâyeyi çerçeveleyip anlatan yöntemi, bu yeni teknolojilerle kısmen dönüşüm geçiriyor. Sanal gerçeklik çalışmaları ve 360 derece videolar, izleyiciye daha fazlasını gösterme, daha geniş bir bakış açısı verme ihtirası taşıyor. Hikâye anlatma biçimleri de bu perspektif değişikliğiyle birlikte kendine yeni yollar bulabilir.4

Bir hareketin, bir mekânı, göç eden insanların ya da onların geçmişinin öyküsünü anlamak için iyi çerçevelenmiş, daraltılmış bir görsel bilgiye mi ihtiyaç var; yoksa her şeyi daha geniş açılardan, bizzat oradaymış gibi izlediğimiz yeni nesil kadrajlara mı? Elbette bu ikisinden biri tek doğru seçenek olmak zorunda değil. Nihayetinde görsel bir hikâye anlatma sanatı olan fotoğraf, video, foto-röportaj gibi alanlar, yeni teknolojileri kullanarak artık çok daha hızlı yol kat ediyor, mekân değiştiriyor, gördüklerini şimşek hızıyla izleyene aktarabiliyor. Ancak kameranın etrafındaki her şeyi gösterebilmenin, açıları genişleterek izleyiciye panoramik bir bakış açısı sunmanın, fotoğraf ya da videoyu üreteni, “çerçevelemenin sorumluluğu”ndan arındırmadığını da akılda tutmamız gerek. Daha geniş bir açı sunmak, daha fazlasını göstermek hakikatten bir kesit paylaşmakla eşdeğer tutulduğu anda, eleştirel gözlüklerimizi kuşanarak, kamera ile hakikat arasındaki ilişkiye dair temel soruları yeniden ve yeniden sormalıyız. 

Notlar

1 K. P. Kavafis, Bütün Şiirleri, çev. Ari Çokona, İstanbul: İstos Yayın, 2013, s. 89.

2 İlke Karadağ, “Deleuze'ün Göçebe Savaş Makinesi”, Dışarıdan Düşünmek, İstanbul: Chivi Yazıları, 2016

3 Italo Calvino, Görünmez Kentler, çev. Işıl Saatçioğlu, İstanbul: YKY, 2002, s.88.

4 Sanal gerçeklik ve 360 derece video gibi yöntemlerin en çok uygulandığı temalar arasında, mülteci kampları ve göç yolundaki insan portreleri var. Özellikle Avrupa ve ABD kaynaklı belgesellerde, göçmenlerin yaşadığı dehşet verici koşulları gösterme ve onların gündeliğine dair mümkün olduğunca hakiki bir temsil sunma iddiasıyla bu yeni teknolojilere başvuruluyor gibi gözüküyor. Sayıları giderek artan bu videolara birkaç örnek: The Displaced, Essyan Refugee CampClouds Over Sidra

 

*Abbas Bozkurt farklı mecralarda sinema, edebiyat ve popüler kültür üzerine eleştirel yazılar kaleme almaya çalışıyor. Editörlük ve içerik yazarlığı yapıyor. Yaklaşık 10 yıldır, yayın kurulunda yer aldığı Altyazı Aylık Sinema Dergisi’nin bir parçası.