‘Geri Dön! Her Şey Affedildi!’

Gülengül Altıntaş*

Bu çağrıya vesile olan Nurdan Gürbilek’in Ev Ödevi kitabına, birlikte kısa filmi üzerine çalıştığımız Özge Can dikkatimi çekmişti. Nurdan Gürbilek’in hemen her kitabını okumuş, Ev Ödevi kitabını da edinmiş olmama rağmen, eve ve çocukluğa dair unutmak istediğim her şeyle beraber kitabı da bir köşeye koymuş ve unutmuşum. Sanırım BAK için bir çağrı yazmam istendiğinde çocukluk evi temasını seçme nedenim, kendi çocukluk evime dönme konusundaki isteksizliğimi kırıp bu ziyareti bir ev ödevine dönüştürmekti.

Mesele çocukluk olunca sanırım kurulacak her cümlenin kişiselleşmesi kaçınılmaz. Bu nedenle ben de bu yazının konusu olan ve Çocukluk Evi çağrısına cevaben gönderilen beş çalışmaya, kaçınılmaz olarak kendi çocukluğumun, kendi çocukluk evimin zihnimde bıraktığı izlerin peşinde; yani bir yırtılmanın, dehşetli bir farkındalığın, hevesli bir kaçışın, suçluluk dolu bir geri dönüşün hikâyesi olarak bakacağım. Hali hazırda çok güç olan bu çabada bir rehbere ihtiyacım var. Bu nedenle Gürbilek’in Ev Ödevi kitabını, çocukluk evinin engebeli ve tuzaklarla dolu coğrafyasına dönerken elimde bir harita olarak tutuyorum.

Gürbilek, Türkçe edebiyatın metinlerinde, aklında çocukluk evi teması dolaşırken, çocukluk evini bir eşik olarak yerleştirir zihnimize. Gürbilek’in metinlerinde çocukluk evi bir yanıyla “keşfedilecek bir dış, bir yanıyla dış dünyaya karşı sığınılacak bir iç”; “ömür boyu bize eşlik eden mutluluk imgelerimizin olduğu kadar, kurtulmak için hep çaba harcayacağımız korkularımızın, dağıtmak için her yolu deneyeceğimiz iç sıkıntısının da kaynağı” (s.63); unuttuğumuz ve hatırladığımız, bize dair her şeyin “arka bahçesi”dir.

Bir mekân olduğu kadar bir zamandır da... Zamanın ve mekânın sınırsızlığını ve bedenimizin sınırlarını keşfedeceğimiz, bu keşifle hayatımız boyunca özleyeceğimiz bir bütünlük hissini kaybedeceğimiz, “henüz dünyaya sözle düzen vermeye” (s.15) başlamadığımız bir zamandan, imgeyle kurulan düşüncenin mecrasından dilin sembolik evrenine geçişin zamanı...

KAÇINILMAZ AYRILIK

Çocukluk Evi işleri arasında yer alan, Berjin Kaya’nın “Sınırlar ve Çıkışlar” başlıklı video işi tam da bu eşiğe çağırıyor bizi. Çocukluk evine içkin bir mekânda, apartman bahçesinin tel duvarları boyunca dışarıya bakarak yürüyoruz önce. Dışarısı henüz netsiz, buğulu, olasılıklarla dolu; kavranması güç bir dışarısı. Odağımızda bizi dışarıdan alıkoyan demir tellerin pas lekeli parmaklıkları, parmaklıklara sarılmış sarmaşıkların yıpranmış yaprakları var. Sonunda evin “düş kuran çocuk için koruyucu sınırları”na (s.61) ulaşıyoruz. Ama dışarıya ilk adımı attığımız anda, ‘dışarısı’ büyüsünü kaybediyor.

Şimdi içeriden gördüğümüzde uyandırdığı keşif duygusunun o büyülü vaadini karşılamayan bir otopark, tüm sıradanlığıyla uzanıyor karşımızda. Karar vermesi zor değil; geri döneceğiz! Kamera dönüp arkasında bıraktığı çocukluk evini görüyor. Bildik, tanıdık, eş derecede sıradan bir orta sınıf apartmanı. Tanıdıklığıyla davetkâr, sıradanlığıyla güvenli. Adım adım yürüyüp geri giriyoruz kapıdan. Ancak girdiğimiz içerisi artık çıktığımız içerisi değil. Sınırı aşma deneyimi ile yitirilmiş bir masumiyet artık aranan huzur. Artık ne içerinin huzurlu güvenliğine, ne de dışarıya davetin uyandırdığı heyecana sığınabiliriz. İkisi de lekeli ve terk edilmiş. Güvenlik ve huzur arayışımızla, çizili sınırların bıraktığı iç sıkıntısı arasında, demir parmaklığın gel git bölgesine bırakıyor Berjin Kaya bizi. Eşiğe takılıp kalıyoruz. “Gitmek ya da kalmak” diyor Nurdan Gürbilek, “evin bize dayattığı – yoksa bağışladığı mı demeliyim- bir ikilem bu.” (s.75)

Geri dön! Her şey affedildi!

Sınırlar ve Çıkışlar, Berjin Kaya

Murat Aluçlu’nun kurmaca işi Murat Saçmalama da, farklı bir tür ve anlatımla benzer bir eşiğe takılma halini anlatıyor. Çocukluğun konforlarını terk etmeden, yetişkin hayatının özgürlüklerini arzulayan bencil bir ergenlik haline, mizahı bir ayna gibi kendine çevirdiği biyografik bir filmle bakmış Aluçlu. Çocukluk evinin salonundaki durağan ve hikayesiz bir anda; bu arzunun bencilliğiyle çocuklaşırken, artık kendini sığdırmakta zorluk çektiği çocukluk evinde, uzuvlarının taşıp durduğu dar kadrajda, evin bereketli nar tanelerini özenle ayıkladıktan sonra kendi yiyen annenin ilgisizliğiyle küskünleşen bir ergenlik temsili izliyoruz. Filmdeki ergen, ne çocuk ne de yetişkin; ne çıkabilmiş çocukluk evinden, ne de onun bir sakini artık. Çocukluk evinde yaşadığı hayatın şimdiyle artık organik bir bağı yok, çocukluk artık geçmiş, artık anı; gelecek ise aynı Berjin Kaya’nın işinde olduğu gibi bilinmezliğiyle heyecan verici ve korkutucu.

“GAYRİ ŞAHSİ MIRILTI”

Abdulhenan Doğan’ın İz adlı videosu ise bu ikilemin aşıldığı, eşiğin çoktandır geçildiği, yetişkinlik hayatındaki bir geri dönüşün, çocukluk evine yapılan bir ziyaretin videosu. “Geri dönmek” Doğan’la birlikte, Soner Akalın ve Şevda Tuğrul’un işlerinde de karşımıza çıkan bir tema; bu işlerin hepsi bizi geçmişte terkedilen çocukluk evine götürerek, geçmişin izini şimdiki zamanda arıyor.

Ben de rehberime dönüyorum. Gürbilek bize soruyor: Peki geri döndüğümüzde, “peki o zaman ne olur? O zaman ev, kendisinden kaçan, sonra da geri dönenden intikam almaya kalkmaz mı? Evin içinde daha önce fark etmediği yığınla eşya şimdi karşısına dikilip ondan hesap sormaya kalkmaz mı? İnatçı, yabancı, ele geçirilemez yüzlerini belki bir tek ona göstermez mi?” (s.100)

Abdulhenan Doğan’ın İz videosu, evin bizi anne kucağı gibi hasretle bekleyen bir teslimiyet yerine, düşmanca bir yabancılaşmayla karşılama tehlikesini hatırlatıyor. Videonun başında Doğan’ın kamerası sokaktan apartmanın korkutucu karanlığına dalıyor önce. Gözlerimiz alışıp da, karanlık, serin bir loşluğa dönüştüğünde, apartman boşluğunda tanıdık nesnelerde huzur bulmayı bekliyoruz. Ama bizi karşılayan, aradan geçen zamanı hatırlatır gibi apartman boşluğunda birikmiş “yığınla eşya.” Ev sanki kendini dışarı kusmuş; kışın yakılmayı bekleyen karton mukavvalar, atılmış eski dolabın ıvır zıvırla dolu çekmeceleri, badanasız duvarlara asılmış torbalar geçit vermiyor. Eve giremiyoruz, doğrudan çatıya çıkıyoruz. İçerinin karanlık kalabalığından, ufku gördüğümüz, başımızı nefeslenmek için çevirdiğimizde gökyüzünde süzülen bir uçurtmanın hafifliğine sığınacağımız çatıya... Bu uçurtma belki de, kafesteki kuşların tutsak bakışları, saksıdaki çiçeklerin bakımsız kalmış hüzünlü halleri ve korkutucu bir ağız gibi açılmış taş fırının biriktirdiği küllerin isinden tek kaçışımız.

Abdulhenan Doğan’ın İz videosunda çocukluk evine dair diğer işlerde bulunmayan –ya da duyulmayan diyelim- bir şey daha var: Çocukluk evinin sesi. Tüm video boyunca ayrı ayrı sözcükler değil, bir ses balonu gibi, eşyanın sesiyle insanın sesinin iç içe geçtiği, sözcüklerin “ağlamak ya da gülmenin bir uzantısı gibi kullanıldığı” bebekliğin ses ve dil dünyasına benzer bir dil video boyunca duyduğumuz. Sözcüklerin anlamını yitirip sadece sese dönüştüğü, Nurdan Gürbilek’in “gayri şahsi bir mırıltı” (s.46) diyeceği, bebeğin/bebekliğin dille kurduğu ilişki dünyasını hatırlatan bir ses bandına sahip İz videosu.

Bu “mırıltının”, “gayri şahsi” olmasının temelinde çocukluk evinin, hayatımız boyunca yaşadığımız en büyük ve geri alınamaz kopuşun, anneden ayrılmanın simgesi olan dile geçişin de sahnesi olması yatar. Şahıs, ancak bu kopuşla kurulacak, “ben” olmanın, benlik edinmenin bedelini “gayri şahsi” olan dünyanın geçirgen bütünlüğünden kopuşla ödeyecektir. Konuşmaya başlayan çocuk artık çocukluk evinin değil, Heidegger’in ifadesiyle “dilin evi”nin sakinidir.

Çocukluk evinin kapıları dile girişle kapanır. Gürbilek, dil için “bir büyüme vaadidir” (s.39) der. Doğan’ın videosunda da duyduğumuz mırıltıdan dile geçiş hali, henüz ne bedenlerin, ne zamanın bölünmediği bir bütünlükten sonsuza kadar sürgün edilmenin, “bir sesi yitirip sözcüklere mahkum olmanın yası”nı içerir. Çocukluk evine her dönüş kaçınılmaz olarak bu yası ve kayıp duygusunu taşır.

Şevda Tuğrul’un Dönüşüm adlı işinde, bu duygu sadece Tuğrul’un yakaladığı imgelerde değil, imgeleri yakalarken kullandığı teknikle de anlatıya sinmiş. Tuğrul’un Pinhole kamera kullanarak resmettiği çocukluk evi, kullandığı teknikle sadece bir mekân olarak çocukluk evini değil, çocukluk evine baktığımız şimdiyle geçmiş arasındaki kapanması imkânsız o zamanı da yakalıyor. Lenssiz bir kamera olan pinhole kameranın yakaladığı odaksız ışığın pelikülde bıraktığı buğulu iz, zihnimizde bir türlü odaklayamadığımız imgeleri örten sis gibi. Tuğrul’un işinde anının uçuculuğu estetik bir biçeme dönüşüyor.

Belki de bu nüfuz edilemezliğin kabulüyle Tuğrul kamerasını evin içine çevirmemiş. Çocukluk evini, kapalı bir kapı olarak görüyoruz. Dilin evinden çıkışın ve gerçek anlamda çocukluk evine dönüşün imkânsızlığı, evin bakışa kapalı mekânında, bir yoklukla temsile dönüşmüş.

Geri dön! Her şey affedildi!

Dönüşüm, Şevda Tuğrul

YOKLUĞU DİLLE DOLDURMAK

Buradan hareketle Soner Akalın’ın Mısır Bahçesi işine baktığımızda belki de şunu söylemek mümkün. Akalın’ın fotoğraflara eşlik eden cümleleri ve bu cümlelerde kurduğu birinci tekil şahıs anlatı ile aktardığı anılar, aslında Şevda Tuğrul’un temsile dönüştürdüğü yokluğu, dil ile yeniden var kılma çabası. Akalın çocukluğunun evine ve mutlu anılarına dönerken, fotoğraflarda göremediğimiz dizilere tutkun ablasını, duvarda izlerini gördüğümüz kayıp beşiği, artık kendi ağırlığını taşımayan salıncağın iplerini, tandır ekmeğinin kokusunu, mısır bahçesine hayvanlar girmesin diye banyodan getirdiği taburenin üzerine çıkıp nöbet tutan küçük Soner’in yokluğunu, dille yeniden kurmaya çalışıyor.

 Yine dönüp rehberime bakacağım: “Dil bir ayrılık üzerine kurulu, bir zor içeriyor evet, ama bu ayrılığı katlanılır kılan; işarete, söze, sözcüğe dönüştüren de yine dil” diyor Gürbilek (s.57).  Akalın, yaşamın terk ettiği mekândaki yokluğu kamerasıyla yakalarken, yokluğun bıraktığı yas hissini zihnindeki anıların canlılığı ile dolduruyor –ya da doldurmaya çalışıyor. İzleyenin zihninde fotoğraflara hakim olan yokluk ve yas mı, dille kurulan anıların fotoğrafa katmaya çalıştığı dirim mi ardakalacak? Buna her izleyici kendi adına; yazının başında belirttiğimiz gibi, mesele çocukluk olunca kaçınılmaz olarak kişiselleşen izleme deneyiminde, kendi çocukluk eviyle kurduğu ilişkinin hissiyat bulutunun içinden karar verecek. 

Geri dön! Her şey affedildi!

Mısır Bahçesi, Soner Akalın

ALKALİK ÇÖZELTİ

Benim kendi çocukluk evimle kurduğum ilişkinin hissiyat bulutunun içinde aynı anda, özlem, öfke, suçluluk, mutluluk ve iç sıkıntısı var. Gizem Tonbak Zaman Küresi işiyle bütün bu duyguları tek bir fotoğraf karesinde toplamış ve sergideki tüm işlere yöneltebileceğimiz bir soruyu dillendirmiş: “Çocukluk anılarını kırmadan taşımak mümkün mü?” Gizem Tonbak’ın fotoğrafında karşımızda ışıltılı bir küre var. Metalik yüzeyi içini göstermek yerine “dışı” yansıtıyor. Yansımadan seçebildiğimiz çocukluk evi, şimdide kurulan ve çağrıldığı şimdide şekillenen her anı gibi deforme, şekilsiz ve hatta, tersine kurulmuş bir dünyadan bize bakan, alt üst olmuş bir imge.

Kürenin pürüzsüzlüğü davetkâr. Ama geçirgen olmayan yüzeyi meydan okuyan, inatçı bir ketumluk içinde. İçindekileri bakıştan saklayan, kırmadan açamayacağımız bir bütünlük ve sağlamlık hissi veriyor. Küre biçimiyle organik, ama aynı zamanda metalik yüzeyiyle yabancı bir cisim. Her haliyle ikircikli, tekinsiz, sağlam ve kırılgan. Aynı anda kaygı ve mutluluk uyandıran bu kürenin büyüsü nedir?

Bu sorunun cevabını izleyiciye bırakıyorum ve bu kürenin bende yarattığı tekinsiz hissiyatı temkinli bir şekilde kenara bırakıp son bir kez rehberime dönüyorum. Belki bana gösterdiği gibi bu kürenin sırrını çözmek için, Gürbilek’in Walter Benjamin’in “Geri Dön! Her Şey Affedildi” adlı fragmanından alıntıladığı şu satırlar, izleyiciye de yol gösterir: “...hiçbir zaman telafi edemeyeceğimiz bir şey vardır: On beş yaşındayken evden kaçmamış olmak. Sonradan anlarız: Sokakta geçirilen kırk sekiz saat, tıpkı alkalik çözeltide olduğu gibi, mutluluğun kristalini yaratır.” (Benjamin, 1993: ss.52-3; aktaran Gürbilek, s.75)

Gizem Tonbak’ın Zaman Küresi Benjamin’in mutluluk kristalini çağrıştırıyor. O küreye yakından baktığımda, ben de Gürbilek’in Benjamin’in kristaline baktığı zaman gördüklerini görüyorum:

“O kristale yakından baktığımda, gitmek yönündeki tercihlerimiz, sevdiklerimize zalimce gelebilecek özgürlük arayışımız, bazen kalmak zorunda olduğumuz için çektiğimiz sıkıntının, şu bitmek bilmeyen ev ödevlerinin de payını görüyorum. Çok sonra, işler yolunda gider, şu ödevler biterse eğer, belki bir gün bize de birisi söyler: ‘Geri Dön! Her Şey Affedildi!’” (s.75)

İyi seyirler.

KAYNAKÇA

- Benjamin, Walter. “Geri Dön! Her Şey Affedildi!”, çev. Savaşır İskender, Son Bakışta Aşk, Walter Benjamin’den Seçme Yazılar, Metis Yayınları, 1993.
- Gürbilek, Nurdan. Ev Ödevi: Denemeler, Metis Yayınları, 2016.

*Gülengül Altıntaş, akademisyen, senaryo doktoru ve sinema yazarı. Kadir Has Üniversitesi Film ve Drama Bölümü ve İstanbul Film Akademisi'nde senaryo dersleri veriyor. 2017 BAK eğitmenlerinden. Zamanmekân, hafıza çalışmaları ve birinci tekil şahıs anlatılar akademik ilgi alanları arasında.

ÇOCUKLUK EVİ